Hukuk Hizmetleri

Savunma Kürsüsü
Hukuk Hizmetleri
Hukukun Üstünde Değil, Yanında: Politikanın Yargı Üzerindeki Gölgesi

Politik gücün yargı üzerindeki etkisi, Türkiye’de hukukun bağımsızlığına ve adaletin tarafsızlığına büyük zarar veriyor. Bu yazıda, siyasetin hukuku nasıl araçsallaştırdığı, avukatlık kurumunun neden güç kaybettiği ve yargıya olan güvenin nasıl yeniden inşa edilebileceği tartışılıyor.
Hukuk devleti ideali, iktidarın keyfîliğini sınırlamak ve herkes için adil bir yaşam zemini sağlamak üzere inşa edilmiştir. Bu çerçevede hukuk, siyasetin hizmetinde değil, üzerinde bir denetleyici güç olarak konumlanmalıdır. Ancak özellikle demokratik kurumların zayıf, yargı bağımsızlığının tartışmalı olduğu ülkelerde –ki Türkiye bu konuda çarpıcı bir örnektir– hukuk, giderek politikanın araçsallaştırıldığı bir alana dönüşmektedir. Bu yazıda, politikanın hukuka müdahalesinin ne gibi sonuçlar doğurduğunu, neden tehlikeli olduğunu ve bu kısır döngüden nasıl çıkılabileceğini irdeleyeceğiz.
1. Gücün Tekelleşmesi ve Hukukun Araçsallaşması
Siyasal iktidarların doğasında, varlıklarını sürdürme ve muhalefeti zayıflatma eğilimi vardır. Bu eğilim demokratik çerçeve içinde sınırlandırılmazsa, hukuk işlevini yitirir. Yargının denetim işlevi, yürütme ve yasama organlarınca baskı altına alındığında, kuvvetler ayrılığı ilkesinin yerini kuvvetler birliği alır – bu da otoriterliğin önünü açar.
İktidarın elindeki araçlar yalnızca yasa yapmak ve uygulamakla sınırlı kalmaz. Aynı zamanda medyayı yönlendirme, kamu kaynaklarını partizan amaçlarla kullanma, eğitim sistemini ideolojik biçimde şekillendirme ve nihayetinde yargıyı dizayn etme gücünü de kapsar. Hukukun, bu güç karşısında direnç gösterememesi; iktidar için cazip, toplum içinse tehlikelidir.
2. Çifte Standart ve “Düşman Ceza Hukuku”
Modern ceza hukukunun temel ilkesi eşitliktir. Ancak Türkiye’de siyasal iktidar, hukuku kimi zaman kendi yandaşlarını korumak, kimi zaman ise muhalifleri bastırmak için kullanmaktadır. Bu uygulama “düşman ceza hukuku” olarak adlandırılan ve hukuk devletinin temellerine aykırı bir anlayışa denk düşmektedir.
Örneğin, bazı muhalif siyasi parti liderlerinin cezaevinde olması ve bu süreçlerde yargı organlarının olağan dışı bir hız ve katılık göstermesi; buna karşılık iktidara yakın grupların hukuka aykırı eylemlerinin cezasız bırakılması, adalet duygusunu zedeler. Yargı organı burada “bağımsız” değil, “bağlı” bir aktör hâline gelir.
3. Yargıya Güvenin Erozyonu ve Toplumsal Tahribat
Adalet yalnızca gerçekleşmekle kalmamalı, aynı zamanda görünmelidir. Toplumun yargıya olan güveni, sistemin işleyişinden çok, bu işleyişin kamu vicdanındaki yansımasıyla şekillenir. Bugün Türkiye'de hukuka olan güven endeksi oldukça düşüktür.
İktidarın lehine kararların seri biçimde alınması, muhalefete yönelik davalarda ise yıllar süren belirsizlikler, insanlar üzerinde şu algıyı yerleştirmektedir: “Adalet, güçlünün yanında yer alır.” Bu algı derinleştiğinde, toplumun hukuka başvurma inancı azalır; yerini sessizlik, kabullenme veya isyan alır.
Bir birey, gerçekten suçlu bile olsa, adil bir yargılamaya tabi tutulmadığında toplumun vicdanında haklı konuma düşebilir. Böyle bir durumda, hukuk meşruiyetini kaybeder, siyaset tarafından “ambalajlanmış bir sopaya” dönüşür.
4. Avukatlığın Zayıflatılması: Hukukun Sessizleştirilmesi
Yargı üçlü bir sacayağı üzerine oturur: hâkim, savcı ve avukat. Ancak günümüzde avukatlık kurumu giderek zayıflatılmakta; barolar, iktidar nezdinde “hukukun asli unsurları” olarak değil, muhalefet gibi değerlendirilmektedir.
Oysa güçlü bir avukatlık kurumu, sadece bireysel savunmayı değil, aynı zamanda toplumun hukukla bağını da temsil eder. Avukatın sesi sustuğunda, mahkeme salonları da sessizleşir. Hâkimin karar alırken gözünü çevireceği bir karşı görüş kalmaz. Bu yalnızca bireyin değil, toplumun da savunmasız kalması demektir.
Özetle;
Hukuk ile siyaset arasındaki ilişki, daima dikkatle izlenmesi gereken bir sınır hattıdır. Politika doğası gereği güçle ilgilidir; hukuk ise bu gücü dengelemekle. Eğer güç, hukukun sınırlarını çizecek kadar serbest bırakılırsa, sonunda hem adalet duygusu hem de toplum düzeni bozulur.
Kayyum atamaları, muhalefet belediyelerine yönelik baskılar, basın özgürlüğünün fiilen ortadan kalkması ve yargı kararlarının siyasi ajandaya göre şekillendirilmesi, bu bozulmanın somut göstergeleridir.
Çözüm nettir:
Yargı bağımsızlığı anayasal güvence altına alınmalı,
Hâkimlik teminatı güçlendirilmeli, hâkimler görev güvencesi ve siyasi baskılardan arınmış karar yetkisiyle donatılmalıdır.
Avukatlık kurumu güçlendirilmeli; vatandaşın, avukatının yetkinliğine ve kendisi için adalet mücadelesi verebileceğine olan inancını pekiştirecek düzenlemeler yapılmalıdır.
Barolar siyasi tahakkümden uzak tutulmalı,
Siyasi etik yeniden tanımlanmalıdır.
Aksi takdirde, bilimsel düşüncenin, aklın ve adaletin değil; sloganların, hamasetin ve korkunun yön verdiği bir toplum inşa edilmiş olur.
Ve unutulmamalıdır:
Hukukun kırıldığı yerde, kimse güvende değildir.